Elleri böğründe durmak...

O, anlatıyor yediği yumrukları naifçe ve biraz da ezik ve biçare.

Bense direniyorum, ruhumun ücra köşesindeki o kapıya inip kalkan bu yumruklara...

O ise devam ediyor, “Hepsine, hepsine küfrediyorum; vurmazsanız adam değilsiniz diye bağırıyorum.” diyor; belli ki kapanmamış yarası, acısı taze.

İnanmak zor; böylesine gururlu, vakarlı birinden bunları hem de bu yalınlıkta duymaya...

Alışmak da zor, bu horlanmışlık ve aşağılanmaya!

İçim kabarmış sakin duran yüzümün ardında ama ben suskun kaldıkça o içimdeki fırtınayı azdırmak istercesine anlatıyor: 

Kendisine “namussuz” diyen savcıyı, namussuzların namusunu savunurken yaşadığı “namussuzluğu” anlatıyor.

“Bir savcı, bir hâkim sadece elindeki dosyaya bakarak böylesine peşin hükümlü olabilir mi?” diye sorarken, takındığım o aldırmaz tavra nasıl kahroluyorum, nasıl?..

Sözlerinde şefkat ve içtenliği gördüğü o polise nasıl güvendiğine şaşıyor, şaşıyor iki satırda “sapık” olmasına...

Ya eşinin eline geçen iddianame...

Suç: sarkıntılık, var mı savunması?..

Yine böyle içten ifadelerle anlatıyor derdini, belki dökemiyor ama anlatıyor...

“Gerçekten, ne varsa benim dilimde” diyor, garip bir doğallık ve bakışlarındaki sıcaklığın tanıklığıyla: “Nereden bilirdim, onların ‘çürük’ olduğunu, oğlanlarla işi pişireceklerini. Meğer ben namuslarını koruyayım derken namussuzluklarına engel olmuşum, namussuzca, sapıkça(!)”

O, yıkarken içimdeki o vakur adamı; yerine saflık ve içtenlikle harman yepyeni birini dikerken, bense bunca ezilmişliğe, itilip kakılmaya seyirci olmayı bile başaramıyorum...

O ise devam ediyor anlatmaya: “Dışarıdaki polislerin el kol işaretlerine anlam veremiyordum; ilk kez ama ilk kez yaşıyordum bunları, bilemezdim ‘devlet’in karşısında eli böğründe durulmayacağını, bilemezdim!” diyor şaşkınlık ve sitemle...